Marvel’in kendi stüdyolarıyla direkt prodüksiyona girişmesiyle birlikte sinemadaki çizgi roman uyarlamalarının kökten bir değişimin eşiğine sürüklendiğini söylemek mümkün. Farklı isimlerin ve şirketlerin yaratıcılığı altında perdeye yansıyan X-Men, X2 (Bryan Singer), Blade Serisi (Stephen Norrington, Guillermo Del Toro, David S. Goyer); Spiderman serisi (Sam Raimi); Hulk (Ang Lee) başta olmak üzere hit olan ya da duvara toslayan nice Marvel uyarlaması, 90’ların sonu ve 2000’lerin başında kendilerine ait evrenleri ve farklı yönetmen okumalarıyla birlikte sinema seyircisine zengin bir menü sunmaya başlamıştı. Ancak Marvel’in tek başına prodüksiyon işlerine soyunmasıyla birlikte (Iron Man, 2008) çok daha büyük bir projeye de start verilmiş oldu. Sonu The Avengers’a çıkacak şekilde tasarlanan Iron Man, The Incredible Hulk, Thor ve Captain America’nın organik bir şekilde birbiriyle akraba olması, şüphesiz ki seri mantığını sinema üzerinde yürütmek için biçilmiş kaftan. Ancak karşımıza aynı formülün farklı izdüşümlerinin çıkarması gibi bir dezavantaja da sahip.
Özel efektlerin, büyük kapışmaların gırla gittiği; mizahın asla küçümsenmediği hatta çoğu zaman fazlasıyla öne çıktığı Marvel formülü, şüphesiz ki karakterlerin iç çatışmalarını, kişisel dertlerini de es geçmiyor. Ancak bunları kendine has bir sinema dilini beslemekten ziyade direkt filmlere çizgi roman mantığını enjekte etmek için kullanıyor. Sonuçta çizgi romanların sinemaya değil, tam tersi sinemanın çizgi romana uyarlandığını bile söylemek mümkün olabilir. Aslında ‘seri’ mantığı üzerinden baktığımızda bu tavır da son derece akıllıca işliyor. Zira Marvel’in proje ürünlerinin hepsi birbirini besler şekilde yaratılıyor. Ancak belki de bu yüzden – iflah olmaz bir çizgi roman hayranı değilseniz – tek başına film olarak neredeyse hiçbiri tam bir doygunluk sağlamıyor seyirciye.
Bu aşamada Marvel’in son ürünü Thor: The Dark World’e geçecek olursak, yukarıda bahsettiğim diğer uyarlamalardan sonra nasıl bir şeyle karşılaşacağınızı çözmek çok da zor olmayacaktır. The Avengers’da bıraktığımız yerden devam eden film; Loki’nin hapse atılmasıyla birlikte yeni düşman Malekith’e ve Thor’un gönlünü kaptırdığı dünyalı Jane Foster’ı öyküye ekliyor. Jane, iki yıldır kendisini aramadığı için bunalıma girmesine sebep olan Thor’a ulaşmanın yollarını ararken tam da – tesadüfe bakın ki – ‘karanlık elf’ Malekith’in aradığı yok edilemez güç Aether’e maruz kalıyor. Bu şekilde, daha çok Asgard’a odaklı bir öyküye Natalie Portman ve gezegenimiz de – yalnız bu sefer Amerikalılar yerine İngilizler gökten inen şiddete tanık oluyor – dahil edilmiş oluyor. Ancak şunu belirtmek gerekiyor; bariz Tolkien esinlenmesiyle çizgi romandaki klasik imajı değiştirilen Malekith; filmde neredeyse çerezlik bir kötü tipleme olarak kalıyor. Elbette ortalığı feci şekilde yakıp yıkıyor ama karakter boyutunda tek boyutlu kalmaktan öteye gidemiyor. Bunun en büyük sebebi ise şüphesiz ki filmin ilerleyen aşamasında yine tüm ilgileri üstüne çeken Loki. Tom Hiddleston’ın pek tutan karakteri burada da ana çatışma noktalarını bir süre sonra eline geçiriyor.
Aslında Loki’yi filmin asıl yıldızı gibi sunmak bile mümkün. Kardeşiyle aynı sahneleri paylaşırken sanki yardımcı karaktermiş gibi bir hale bürünen Thor’u ve Malekith’in boyutsuzluğunu düşününce Loki’nin popülerliği anlaşılır bir hal alıyor. Dünyalılar cephesinde ise Kat Dennings’in (Darcy) üstlendiği mizah dokunuşları ve özellikle Jane ile Erik Selvig aracılığıyla öyküye uydurulan aptal bilimsel kılıflar dışında başka bir şey bulmak mümkün değil. Tabii ki Jane’in – özellikle de Aether’i bünyesinde barındırmasıyla – pasif bir arzu nesnesine dönüşmesini de atlamamak gerek. Hepsi bir şekilde birbirine bağlansa da tüm bu öğeler arasında yine de bir bağlantısız olma durumunun sezildiğini de söylemek gerek. Öyle ki, hangi karakter olursa olsun, mizansenden çıktığı anda tüm önemini yitiriyor ve neredeyse unutuluyor. Bu da her bir karakterin aslında tüm görsel haşmetine ve oyuncuların çabasına rağmen ne kadar silik olduğunun bir kanıtı. Burada da suçu herhalde ikinci filmdeki senarist ordusuna atmak mümkün.
Thor cephesindeki yaratıcı ekipte göze batan bir diğer değişiklik ise yönetmen koltuğunda vuku buluyor. İlk filmin içinde barındırdığı tragedya malzemelerine uygun olarak Kenneth Branagh’nın Shakespeare uzmanı ellerine teslim edilen – bu içeriği ve bulunduğu evrenin farklılığı sayesinde de diğer Marvel uyarlamaları arasından bir nebze sıyrılan – Thor, yeni macerasında ise fantastik sahalarda entrikalı taht oyunlarına pek yabancı sayılmayacak Alan Taylor’ın (Game of Thrones)komutasına verilmiş. TV’de fazlasıyla prestijli işlere imza atsa da sinema sektöründe dişe dokunur bir deneyimi olmayan Taylor bu büyük bütçeli bol efektli koşturmacanın altında ezilmiyor. Oyuncular aşamasında tökezlemiyor ve aksiyon-mizah-entrika harmanlamasını layığıyla beceriyor. Ancak kendisinden; farklı, ayrıksı bir dokunuş da görmek pek mümkün değil. Nihayetinde yazının en başına bağlayacak olursak filmin ne senaryo ne de reji kısmında Marvel’in şu ana kadar yarattıklarına ters düşecek ya da aradan sıyrılmasını sağlayacak bir öğeye rastlanmıyor. Büyük The Avengersprojesinin herhangi bir halkası olmaktan öteye gidemeyen film, öyküsünü bitirme gereği bile duymadan finalinde direkt ‘arkası yarın’a bağlıyor. Bu bağlamda herhangi bir heyecan vermese deThor: The Dark World türe dair trükleri ezbere bilip yine de o curcunada kaybolmayı sevenleri ihya edecek iki saatlik bir eğlence sunuyor. Güçlü tasarımlar, birinci sınıf teknik işçilik, yetenekli ve çekici oyuncular, filmin epik yanlarını coşturan müziklerle bu yeni Marvel numarası; kardeşlerine üstünlük taslayamıyor belki ama onların yanında ezik de kalmıyor.
***
Yönetmen: Alan Taylor
Senaryo: Christopher Yost, Stephen McFeely, Christopher Markus, Don Payne, Robert Rodat
Yapım: ABD, 2013
Oyuncular: Chris Hemsworth, Natalie Portman, Tom Hiddleston, Anthony Hopkins
Süre: 120’
***